Uyarı: Yazı polis şiddeti, ırkçılık ve transfobi gibi konuları ele almaktadır
Küresel LGBTQ+ özgürlük hareketini tetikleyen, tarihçi David Carter tarafından “Bastille, Fransız Devrimi’nin başlangıcı için ne ise gey hareketi için odur,” olarak tanımlanan Stonewall ayaklanmaları, başta Amerika’da olmak üzere dünyada bildiğimiz haliyle LGBTQ+ hakları için savaşı başlatmıştır. Fakat bir ayaklanmayı anlamak için öncesinde yaşananları, eylemcilerin o ana kadar katlandığı zorlukları değerlendirmek gerekir. Stonewall ayaklanmaları, fevri, yalnızca anın öfkesiyle başlatılmış bir eylem değil, yıllar boyunca tekrarlanmış haksızlık ve baskının sonucu LGBTQ+ bireylerin polis şiddetine başkaldırısıdır.
Ayaklanmanın gerçekleştiği 1960’lı yıllarda eşcinsel ilişkiler yasadışıdır, bu nedenden dolayı LGBTQ+ bireyler toplumsal baskıdan uzak, özgürce sosyalleşebilecekleri gey barlarına gitmeyi tercih ediyorlardır. Fakat bu barlara bilinçli olarak alkol satma ruhsatı verilmiyor, bu gerekçeyle düzenli olarak polis baskınlarına ve şiddetine maruz kalıyorlardır. 28 Haziran 1969 tarihinde Stonewall Inn adlı gey bara yapılan baskın da bu nedenden dolayı gerçekleştirilmiştir. Polis, bar sahiplerini ruhsatız alkol satmaktan tutuklamış, çoğu bar müdavimine şiddet uygulamış ve New York yasalarını uygulayarak cinsiyetine uygun üçten az giysi parçası giyen (yani trans birey olduğunu düşündükleri) herkesi gözaltına almıştır. Bar boşaltıldıktan sonra dağılması beklenen kalabalık, bu sefer geçmişte olduğu gibi dağılmamış, aksine polise laf atmaya, hatta şişe ve kaldırım taşları fırlatmaya başlamıştır. Polisin destek ekiplerini çağırması üzerine dağılan kalabalık, sonraki beş gün yine toplanmış ve bugün bildiğimiz Stonewall ayaklanmalarını gerçekleştirmiştir. Polis şiddeti karşıtı ayaklanmaların çoğunda olduğu gibi polis, bu ayaklanmalara da daha çok şiddet uygulayarak, kalabalığa göz yaşartıcı gaz sıkarak müdahale etmiştir. Fakat polis ve iktidarın büyük çabalarına rağmen Stonewall, LGBTQ+ hakları aktivizminin yalnızca başlangıcı olmuş, gelecek nesillerin önünü açmıştır. Stonewall ayaklanmalarının ön saflarında people of colour (POC), Türkçe tabiriyle beyaz olmayan bireyler, bulunmuştur. Marsha P. Johnson ve adını bilmediğimiz birçok POC sayesinde Stonewall ayaklanmaları gerçekleşmiş, LGBTQ+ bireyler ortak bir amaç için örgütlenmiş ve haklarını elde etmiştir.
Marsha P. Johnson 24 Ağustos 1945’te işçi sınıf bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Elbise giydiği için başka çocuklar tarafından zorbalanan ve ilk defa 13 yaşında tecavüze uğrayan Marsha’nın çocukluğu zorluklarla geçti. Liseyi bitirdikten sonra elinde bir çanta dolusu kıyafet ve yalnızca 15 dolar ile New York’a giden Marsha burada para kazanmak için seks işçiliğine başladı. New Jersey’de trene Malcolm olarak erkek kıyafetleriyle biner, inince ise Marsha olurdu. O zaman kültürel olarak karşı cins ile bağdaştırılan kıyafetleri giymek ve seks işçiliği yasaktı. Marsha birçok kez tutuklandı, hatta 1970 yılında polis tarafından vuruldu. Marsha New york’a geldiği günden beri Greenwich’deki LGBTQ+ birliği ve gece hayatının önemli bir parçası oldu, burada eğlenceli, parlak kişiliği ve drag performanslarıyla biliniyordu. Stonewall Inn’de polisin içeriye belirsiz bir şekilde girdiği ve herkesi tutuklama kararı aldığı gün ise 23 yaşındaki Marsha da oradaydı. O gün polisin karşısında durduğu için Stonewall’u başlatan tarihi figürlerden biri olarak anılır. 1970’de Marsha hem ilk ilk Pride’a katılan insanlardan oldu hem de Sylvia Rivera ile Street Transvestite Action Revolutionaries (STAR) organizasyonunu kurdular. Marsha ve Sylvia günümüzde trans bir aktivistler olarak bilinir ve bu kuruluş da genç, çoğunlukla evinden kovulmuş trans insanlara barınak, kıyafet ve yemek sağlamak için kurulmuştu. Adında ‘transvesti’ geçiyor olsa bile günümüzde ‘transgender’ olan insanlara bu kelime ile hitap etmenin uygun olmadığını belirtmek gerek. 1980’li yıllarda Marsha, aynı zamanda bir AIDS aktivisti oldu ki yıllar sonra kendisinin de iki yıl boyunca HIV pozitif olduğunu açıkladı. Kendinden çok başkalarına yardım eden ve başkalarını eğlendirmek için çalışan Marsha’nın hayatı ataerkil ve ırkçı bir toplumda işçi sınıfında, trans ve siyahi bir birey olarak doğduğu için hiçbir zaman rahat olmadı. Hayatının büyük bir dönemi evsizdi, ayrıca akıl hastalıklarına karşı bitmeyen bir savaş verdi. 1992 yılında, 46 yaşında ise vücudu Hudson Nehri’nde bulundu. Bu bir intihar olarak yorumlanmıştı ancak polisin aceleci açıklaması Marsha’nın yakın arkadaşlarına inandırıcı gelmedi. Aynı yıl ölüm sebebi belli olmayan nedenlerden dolayı boğulma olarak değiştirildi, 2012’de ise ölüm davası tekrar açıldı. Bana sorarsanız böyle bir davanın 20 yıl unutulması yaşadığımız toplumda trans ve siyahi insanların ne kadar ötekileştirildiğini ve belki de toplum içerisinde fark edilmediklerini gösterir.
Amerika’da trans insanlar polis şiddeti ve transfobi nedeniyle yıllardır cinayete kurban giden bir kesim. 2019’da öldürülen 21 (bu sayı genelde kaynağa göre değişiyor ve kayda geçmeyen cinayetlerin de olduğu belirtilebilir) Amerikalı trans insanlardan yalnızca biri POC değildi. 27 Mayıs 2020’de ise 38 yaşındaki siyahi ve trans birey Tony McDade, polis tarafından vurularak öldürüldü. Cinayetini belirtildiği haberde ise trans olmasına saygı duyulmadan yanlış cinsiyetle hitap edildi. Polisin siyahi insanlara karşı şiddeti medyada daha çok Amerika’da karşılaşılan bir problem olarak görülse de trans insanların katledilmesi asla yalnızca Amerika sınırları içerisinde karşılaşılan bir problem değildir. Görmezden gelinse bile Türkiye’de birçok trans birey, özellikle trans kadınlar ve seks işçileri öldürülüyor ki bunlar politik cinayetler ve nefret suçlarıdır. 2016’da sıkça LGBTQ+ protestolarında da yer alan Hande Kader yakılarak öldürüldü. 2018’de Beyoğlu’ndaki apartmanı önünde Esra Ateş, Samsun da ise Simge Sezer öldürüldü. 2019’da ise Hande Buze Şeker İzmir’de evine gelen bir polis memuru tarafından öldürüldü. Peki ya bu kadınlardan kaçının adı duyuldu ve kaçının katili hak ettikleri cezayı aldı?
コメント