Şu ana kadar hepiniz Roma adlı filmi duymuşsunuzdur. Bazılarınız belki izleme şansını bulmuştur, başkaları ise uzun metrajlı ve siyah-beyaz bir film olduğu için sıkıcı olacağını düşünerek izlememeyi seçmiş olabilir. Yalnız eminim ki 10 dalda Oscar adayı da olunca Roma’dan haberdar olmayan kalmamıştır. Sizle filmi izlemeden önce bilmeniz gereken veya izledikten sonra merak edeceğiniz bilgileri paylaşacağım. Şimdiden bir uyarı: yazıda “spoiler”lar mevcuttur!
Öncelikle filmin yönetmeni Alfonso Cuarón’u zaten tanıyor olabilirsiniz. Daha önce Sandra Bullock’ın da oynadığı Yerçekimi’ni ve hepimizin çok iyi bildiği Harry Potter ve Azkaban Tutsağı filmlerini yönetti. Yönettiği filmler genelde fantastik dünyalar veya bilimkurguya dayanan elementler içerse de Roma tamamıyla buna karşı gelmektedir. 1970’lerin Meksika’sını realist bir yaklaşımla sahneye uyarladığı Roma, Cuarón’un diğer filmleri karşısında öne çıkar. Peki Cuarón filmindeki bu gerçekçiliği nasıl yakaladı? Aslında Roma biyografik bir film olarak sayılabilir. Cuarón, filminde Meksika’da ailesiyle yaşadığı zamanları ele almıştır hatta filmin ana karakteri olan Cleo (Yalitza Aparicio) Cuarón’un kendi bakıcısından esinlenerek yaratılmış bir karakterdir. Film, Cleo’nun bakış açısından Meksika’da siyaset, ırk ve cinsiyeti ilgilendiren problemleri ele alır.
Filmin ele aldığı ana konulardan biri olmasa da olay örgüsünü etkileyen en büyük olaylar politiktir. O zamanlar Meksika’daki otoriter devletin amaçlarından biri şehir dışındaki askeri güçlerin oluşturduğu şiddete dayanan baskıyı şehir içine (örneğin Mexico City’e) taşımamaktı. Böylece dışarıdan demokratik olarak algılanmayı sürdürebiliyorlardı. Ancak 1968’de yer alan ve çoğunlukla öğrencilerin devlete karşı oluşturduğu protestoları bastırmak sebebiyle bu askeri şiddet şehrin içine de inmişti. Buna yol açan protesto Tlatelolco Kırımı olarak bilinmektedir. Roma’da ise bu kırım ardından 1971’de gerçekleşen Corpus Christi Katliamı ele alınır. Cleo ile çalıştığı konaktaki ailenin anneannesi Cleo’nun daha doğmamış olan çocuğu için beşik almaya gittiklerinde girdikleri dükkana saklanan protestocular girer, Küba’da olanlardan etkilenip Che Guevara posterleri taşıyanlar bile vardır içlerinde. Yalnız devletin gönderdiği askeri birlikler, çoğu silahlı ve şehir dışında dövüş sanatı dersi almış olan adamlar da bu genç protestocuların peşindedir. Hatta silahlılardan biri Cleo’nun bebeğinin babasıdır ve Cleo’ya silahını doğrultarak kendi radikal milliyetçiliğinin altını çizmiş olur.
Filmdeki ırk teması da detaylarla öne sürülmüştür. Filmin ilk dakikalarında Cleo’nun çalıştığı konaktaki aileyle yakından zaman geçirmesi, beraber film izlemeleri onları eşit konumda gösterir ancak ailenin babası Cleo’dan çay isteyince onun ailenin bir parçası olmadığı ortaya çıkar. Cleo Meksika’nın yerlilerindendir ve çalıştığı aileye kıyasla “beyaz” değildir. Kentlerden para kazanmak için şehirlere göç eden yerlileri temsil eder. Devletin sanayileşmeyi artırma çabası ile çiftçiler için mısır fiyatlarını düşürmesi kentte yaşayan birçok yerliyi yeni iş bulma amacıyla şehre yönlendirmiştir ve çoğu burada Cleo gibi ekonomik sıkıntılar içinde yaşamaktadır.
Filmin çoğu eleştirisinde yer bile almayan ama filmi derinden etkileyen bir başka konu cinsiyettir. Cleo’nun konaklarında çalıştığı ailenin babası aslında aileyi başka bir kadın uğruna terk etmiştir. Anne ve Cleo tüm ekonomik sıkıntılar arasında dört çocuk ile baş başa kalmıştır. Ailenin annesinin bunu zamanla çocuklarına anlatması ve herkese yetecek bir gelir için yeni bir iş bulması gerekir. Bunun yanı sıra Cleo erkek arkadaşından hamile kalır. Beraber sinemaya gittiklerinde adamla bu bilgiyi paylaşması üzerine erkek arkadaşı Fermín, Cleo’yu terk eder. Birkaç ay sonra Fermín’in dövüş sanatları dersinde tekrar karşılaştıklarında Fermín, onu ve çocuğu bir daha görmek istemediğini söyledikten sonra şiddetli hareketleri ve elindeki bambu ile Cleo’yu tehdit eder. Filmin en son sahnesinde Cleo, yüzme bilmemesine rağmen kendini denize atıp ailenin iki çocuğunu boğulmaktan kurtardıktan sonra aslında ölü doğan çocuğunun hiçbir zaman doğmamış olmasını istediğini dile getirir. Kısıtlı tıbbi bakıma erişebilen, hamile halde yalnız bırakılan bir kadın olarak Cleo’nun bu düşüncesi ne kadar normal olsa da Cleo, çektiği acılar sonrasında bunu fark edemez ve yalnızca vicdan azabı duyar. Ailenin annesinin “Biz yalnızız. Sana ne derlerse desinler, biz kadınlar hep yalnızız.” sözü aslında filmin bir özeti niteliğindedir.
Comments